Menü

ÇALIŞMALARIMIZ

Bize Ulaşın

Lennusadam:

Estonya’nın Geleceği ve Geçmişi

Bongo İncelemeler
Çiğdem Aslantaş
Lennusadam:

Tallinn’deki Lennusadam, Estonya’nın denizcilik mirasını gelecekle buluşturuyor. Tarihi uçak hangarları, modern sergiler ve etkileyici atmosferiyle ziyaretçiye zamanlar arası bir yolculuk deneyimi sunuyor.

Sıradanın ötesine geçebilmiş, ustaca kurgulanmış müzeler, içindeyken başka mekanlarda uyanmayan birçok duyguyu ziyaretçisinin zihninde tetikliyor. Bu durum, mimari yaklaşımın içinden doğduğu kültüre ya da temasına göre değişiklik gösterse de ortak yöntem, insan duyuları üzerinde matematiksel oyunlar yaratmak. İyi kurgular, duyular arasında hiç tahmin edilemeyen bağlantılar oluşturulmasına imkan veriyor. Böylelikle birey, kendini daha önce deneyimlemediği bir durum içinde buluyor ve akabinde, mekan ve zamanla güçlü bağlantılar kuruyor. Estonya’nın başkenti Tallinn’de bulunan deniz müzesi The Seaplane Harbour da, bu bağlantıları, konumu ve kurgusunu işitme duyusunun varyasyonları üzerinden görünür kılarak ziyaretçisiyle iletişime geçiyor. Estonya Deniz Müzesi olarak bilenen müze, Büyük Deniz Kalesi’nin bir parçası olarak eski kaptanların ve denizcilerin girişimiyle, Danimarkalı mühendislik ve inşaat şirketi Christiani & Nielsen tarafından 1916-1917’de tasarlanıp, Tallinn’de inşa edilmiş. Kuruluş amacı, Estonya’nın deniz kültürünü ve denizcilik tarihini toplayan, koruyan, okuyan ve sunan bir kuruma sahip olmak. Müze, uzun tarihi boyunca birçok defa taşınmış. Ana sergisi 1981’den itibaren 500 yıllık Fat Margaret Kulesi’nde ve Mayıs 2012’den itibaren de Seaplane Limanı’nda sergileniyor.

Lennusadam: Estonya’nın Geleceği ve Geçmişi
Lennusadam: Estonya’nın Geleceği ve Geçmişi
Lennusadam: Estonya’nın Geleceği ve Geçmişi
Lennusadam: Estonya’nın Geleceği ve Geçmişi
Lennusadam: Estonya’nın Geleceği ve Geçmişi

Seaplane Limanı’nda bulunan bu müzede, ziyaretçi yapıyla ilk iletişimini, yapının kendisinden önce, içinde bulunduğu çevreyle kuruyor. Alanda ilk karşılaşılan etmen, denizden esen rüzgar. Bu doğal fenomen, bireyin zihninde beklenmedik çağrışımlar yapıyor. Rüzgarın sesi, çevrenin ve birazdan ziyaret edilecek yapının, onu ardında bırakıp gidenlerin bir anıtı niteliğinde olduğunu fısıldıyor. Bir nevi gidenlerin sesleri, zamanı aşıp algılanabilir bir biçim kazanıyor ve ziyaretçiye selam veriyor. Bu beklenmedik etki, tende tuhaf bir ürpertiye neden oluyor. Tetiklenen duygularla, birey sanki orada öylece durup yapıyı, mimarlığı dinlediğinde, rüzgarın tüm kurgunun hikayesini anlatacağını, şu andan önceki tüm anları oluşturan zamanın yoğunluğunu hissediyor. Tüm tarih boyunca orada var olmuş denizcilerin güçlü bir selamı gibi. Rüzgar bu duruma bir katman daha ekleyerek, yapının asıl varoluş amacı olan savaşı hatırlatan, şiddetli bir tokat gibi çarpıyor ziyaretçinin yüzüne; savaşta gidenlerin unutulmamak için ardında bıraktığı fiziksel bir işaret gibi. Bu aşamada müze ve ülke tarihi hakkındaki edinilen bilgiler de bu oyuna katılıyor. İki tarafı ada sularıyla çevrelenen, denizin önemli bir unsur olduğu Estonya’da bağımsızlığın, tarihte pek örneği olmayan şekilde silahla, baskıyla değil de “Şarkı Devrimi” gibi silahsız bağımsızlık hareketiyle kazanıldığını hatırlatıyor. Yapı ziyaretçisine tüm bunları bir anda düşündürürken diğer taraftan zihinde, daha ters köşe bir soru, bir çelişki beliriyor: Bu muhteşem barışçıl ayaklanma ile devasa mimari ölçek ve bu ölçeğin bir başkasını öldürmeyi/yok etmeyi imliyor oluşu. Ölçek, bu yoğun geçen tanışma sürecinin ardından kurulan ilk fiziksel etkileşim ve yapının devasalığı tuhaf, ezici bir duygunun altında kalmış gibi hissettiriyor ziyaretçiye. Bu baskı, bir nevi ritüel/kutsal mekanlarda insanı sarmalayan o karmaşık hisse benziyor: tanımlanamaz bir saygı-korku-merak karışımı. Zihin, tüm bu çarpışmalar eşliğinde, iki uç arasında gelip giderken yapının mimari öğeleri sırasıyla kendini ziyaretçiye açıyor. Yapı, esasen üç kubbeli bir hangar olarak inşa edilmiş. 1917’de inşaat tamamlandığında, toplamda yerleştiği 8.000 m2’lik (36,4 x 116 m) alan, teknoloji ve yapı bilimi anlamında müzeyi dünyada eşsiz bir konuma getiriyor. Özellikle 8-12 cm arasında değişen kalınlıkta tavan kubbeleri ve duvarlardan oluşan ana gövdesi, köşeleri ve eklemlerde onları destekleyen sütunları bu eşsizliğin başkahramanlarından. Bu perspektiften bakıldığında, döneminin bu büyüklükte bilinen ilk çelik beton kabuk konstrüksiyonu aynı zamanda. Ancak zaman içinde bu deniz uçağı hangarları, çöküşün eşiğine gelmiş ve yapıyı yeniden değerlendirme kararı alınmış. 2009’da açılan yarışmayı KOKO mimarlık ekibi kazamış ve ardından restorasyon çalışmaları başlamış. Planlama sırasında, yapının çelik konstrüksiyonunun karmaşıklığı yüzünden Tallinn Teknik Üniversitesi’ndeki bilim insanları da sürece dahil olmuş. Yapı becerileri ve malzemeler üzerine yapılan görüşmelerin ardından, zaman içinde kalınlığı azalan kubbelerin yeniden yapılmasına karar verilmiş. Yapının özgün haline büyük bir sadakatle eklemlenmiş ilavelerle yapılan yenileme, mekanı ilk halinden koparmadan koruyarak 2012’de tamamlanmış. En radikal değişiklik ise, iki cephenin gün ışığına açılması. Bu hacimler geniş, yatay birimler olarak, kayar kapılı, cam cepheler olarak tasarlanmış. Yapının içi ise dışarıdaki büyüklük etkisine karşıt olarak, ölçeğin aşina olunan boyutlara düşmesi ve seçilen renkler/grafikler sayesinde daha samimi bir atmosfere dönüşüyor. Ziyaretçinin mavinin çeşitli tonlarıyla karşılandığı giriş alanında karşılama bankosu, oturma alanları ve vestiyer bulunuyor. Zeminde ve düşey birimlerde kullanılan grafikler ve renkler, birazdan girilecek olan ana sergileme alanının küçük bir girizgahı olarak merak uyandırıyor. Merdivenden çıkılıp sergileme alanına ulaşıldığında ise ziyaretçi kendini tamamen bir masalın içinde buluyor ve devasa ölçek yüzünden, bu masalsı atmosferin içinde kaybolduğunu sanıyor. Her şeyin bu denli büyük ama bir o kadar dokunulabilir mesafede olması tuhaf bir zihin hali yaratıyor. Ayrıca sergilenen nesnelerin gündelik yaşamda sıklıkla karşılaşılmayan, savaşa dair nesneler olması da ilk aşamada nasıl davranmak gerektiği konusunda zorluyor. Bu durum, ahşap köprüler üzerinde yürürken biraz daha normalleşiyor. Müzenin farklı sergileme bölümlerini birbirine bağlayan bu birimler sadece dolaşım için değil, aynı zamanda da nesnelerle ziyaretçi arasında oldukça zekice bırakılmış bir boşluk üretiyor. Bu çelik-ahşap yaya köprülerin birbirine bağladığı sergileme kurgusu üç katmandan oluşuyor ve bunun kavramsal bir özelliği de var: Üç hangarlı mimari kurguya karşılık içeride de üç katmanlı sergileme kurgusu. “Sualtı”, “Deniz Seviyesi” ve “Hava” olarak belirlenmiş üç dünya ayrımı, bireyin gezinme senaryosunu yönetiyor. Bu yaratılmış dünyalarda müzenin geniş koleksiyonundan denizaltı madenleri, su yüzeyindeki yatlar, tekneler ve toplar, uçaklar; beton kabuk çatı altında ise hava nesneleri yer alıyor. Bunun yanı sıra koleksiyonun dikkat çeken parçaları arasında 1937’de İngiliz Vickers-Armstrongs Tersanesi tarafından inşa edilen Lembit denizaltısı; kısa bir 184 deniz uçağı; Maasilinn gemisi yer alıyor. Sergide, eski yelken gemilerinden modern nakliye gemilerine ve yolcu gemilerine kadar 100’den fazla gemi modeli bulunuyor. Diğer alanlar da denizcilik müzesi koleksiyonunun büyük bir bölümünü oldukça esnek ancak derli toplu şekilde sunmayı başarıyor. Koleksiyonun ayrışan alanlarda anlatmaya çalıştığı hikaye, oldukça katmanlı ve derinlikli bir üslupla, zaman ve mekanı ustaca kullanarak aktarılıyor. Ziyaretçi izleyici olmanın ötesi geçiyor, mekanı benimsiyor, kendine has davranış ve hareketler geliştiriyor. Bunu mümkün kılan unsurlardan biri de etkileşimli alanlar. Sergileme alanı boyunca devam eden köprü, farklı seviyelerdeki nesneleri görmeyi mümkün kılarken etkileşimli müze kurgusu, anlık ve duyusal bir deneyim üretiyor. Multimedya içeriklerin sunulduğu ekranlar hangarın, denizin ve Estonya’nın tarihine dair birçok hikayeyi keşfetmeye davet ediyor. Estonya’nın deniz müzesi, ülkede var olan bir sarayın ya da önemli bir devlet binasının değil, çağın gerekliliklerinin ya da kültürün yansıması olacağı düşünülmüş bir yapının içine yerleşmesi anlamında oldukça ilgi çekici. Deniz uçağı hangarları, yenilenip sergileme alanına dönüştürülürken geçmişin bıraktıkları, saygılı bir üslupla bugüne özgü bir biçimde kullanılıyor, böylece değişen zaman için yeni hikayeler yaratılabiliyor. Burada mimari yaklaşım, hem kendi kültürel mirasından güçlü bir şekilde yararlanma becerisini hem de geleceğe aktarılacak kültürel mirasın nasıl tanımlandığını gösteriyor; mimarlık yüzünü hem geçmişe hem de geleceğe, aynı anda dönüyor. Bir yapı üzerinden kentin, ülkenin nasıl bir iletişim kurmak istediği kültürel verilerle birlikte göz önüne seriliyor. KAYNAKÇA http://meremuuseum.ee/lennusadam/en/the-museum/the-seaplane-harbours-story/ http://www.kokoarchitects.eu/en/project/121-seaplane-harbour https://www.youtube.com/watch?v=LO6co-U-Sec

Orijinali XXI dergisinde yayınlanmıştır.

https://www.xxi.com.tr/gorus/yazi/lennusadam-estonyanin-gelecegi-ve-gecmisi

Okumaya Devam Edin

Gençlerle Köprü Kurmak:

Gençlerle Köprü Kurmak: Kültürel Mirasın Bugünü ve Geleceği

Bir toplumun geleceğini anlamak için bazen kültürün sessiz koridorlarına kulak vermek gerekir. Bu sessizlik yalnızca müzelerin vitrinlerinde değil; anıtların gölgesinde, kaybolmaya yüz tutmuş hikâyelerde, sözlü geleneklerde ve gündelik yaşam pratiklerinde gizlidir. Kültürel miras, her yeni nesilde yeniden anlam bulur; geçmişin izlerini bugünün sorularıyla harmanlayarak geleceğe taşır.

Ezber Bozan Kurgular

Ezber Bozan Kurgular

Müzelerin, yaratmış olduğumuz bu gündelik uğraşlardan mekan oluşturma eylemleri arasında farklı bir yerde durduğunu düşünüyorum. Diğer mekanlardan farklı bir biçimde burada zaman, algıladığımız lineer formundan çıkıp geçmiş, gelecek ve şimdi diye ayırdığımız sınırları yok ediyormuş gibi geliyor bana.

Porsche Müzesi:

Porsche Müzesi: Gelecekteki Şimdi

Entropi nedeniyle zamanı tek yönlü ve çizgisel akar gibi algılamamız, bize geleceğin önümüzde uzanan ve kurgulanması gereken bir formatta olduğunu düşündürtüyor. Yaşamlarımızı böylesi bir düşünme çerçevesinde tasarlayıp, “gelecekteki biz”ler olarak hayal ettiğimiz kişiler üzerinden senaryolar

Kolumba Müzesi:

Kolumba Müzesi: Apaçık Varoluş

Bütüncül olarak kurgulanmış mimari yapılar bireylere, fiziksel deneyim kadar, kendisinin aracı olarak rol aldığı zihinsel bir deneyim de yaşatıyor. Bu deneyim yaygın olarak zaman algısının keşfedilmemiş formları üzerinden inşa ediliyor.

Alfa Romeo Müzesi:

Alfa Romeo Müzesi: Renklerin Kurduğu Kimlik

İnsanoğlunun var olduğu ilk zamandan günümüze dek gizemini koruyan ışık, güzelliğin doğasının sırrını bünyesinde barındırıyor. Henüz bir ayağı orta çağda bir bilim adamı olan Isaac Newton, 1666 yılında, herkesin peşinde olduğu bu gizemi ortaya çıkarıyor: beyaz ışığın içindeki renkler.

Ruhr Müzesi:

Ruhr Müzesi: Benzersiz Varoluş

Şehirler belirli bir süre içinde misafir ettiği her canlıyı, ona vefa niteliğinde, bedenini toprağında, nefesini atmosferinde, yaşadığı anlarını da kendi gizli zaman katmanlarında saklı tutar. İnsanın gözlerinin göremeyeceği bu zaman katmanları, bilmediği ancak başka türlü hissedebildiği biçimlerde saklanır. Bu büyülü gerçeklik hali Almanya’nın en gizemli yerlerinden biri olan ve bölgeyi yüzyıllardır var eden Ruhr Havzası’nda sıklıkla gerçekleşir. Çeşitli tarihlerde ağırladığı konuklarının izlerini yapılarının her noktasında oldukça ustaca saklayan bu keşif noktaları, zaman kumaşının hiç beklenmedik yerlerinde yırtılıp kendini gösterir ve mekan zaman algısını unutan ziyaretçi birden bu girdapta kaybolur. Bu yırtıklar, bölgenin en görkemli yapılarından olan Ruhr Müzesi’nde çok daha görünür hale geliyor.